Lezzet Sırrı

Çocukken, anneannemle evlerimiz karşılıklıydı. Havanın güzel olduğu günlerde, bahçede arkadaşlarımızla oynar, su ve yemek gibi ihtiyaçlarımızı anneannemde giderirdik. Bir sitedeki tüm stratejik noktalarda üssümüz var gibiydi. Top oynadığımız yer, anneannemin oturduğu balkonun altındaydı. İkinci kattan salladığı sepetin içinde bana ait bir su şişesi vardı. Su bekçisi tabii ki anneannemdi; başka çocukların su içmesine de izin vermiyordu. Günün en sıcak saatlerinde, tüm çocuklar sanki anlaşmış gibi evlerimize dağılır, birkaç saat havanın soğumasını beklerdik. Bu saatlerin benim için en güzel kısmı, anneannemin yaptığı lezzetli atıştırmalıklar olurdu.
Daha fazla ilerlemeden anneannem hakkında biraz bilgi vermek isterim. Adı Safure. Tanıdığım günden bu yana hep biraz huzursuz olmuştur. Doğru kelime bu mu bilmiyorum ama kimseyi beğenmez ve kendini diğer herkesten üstün görürdü. Tabii ki bu söylediklerim ben ve kardeşim için geçerli değildi; onun gözünde biz de o üstün ırka dahildik. Hatta bir arkadaşımı da (Kaan) sevdiğini düşündüğüm olmuştur zaman zaman.
Bana genellikle göbel diye seslenen ve aslen Çorumlu olan Safure, babası asker olduğu için hayatının ilk gençlik döneminde vilayet vilayet gezmiş. Tayin yerlerinden biri olan Adıyaman’da dedemle tanışmış. Bu tanışmadan yıllar sonra evlenmişler. (İddiasına göre evlenmeyi o çok istememiş, dedem ve anneannemin babası istemiştir.) Bu iddia doğru mu bilemiyorum, çünkü artık biraz yaşlandı ve hikâyeleri istediği gibi hatırlıyor. Ama dedemin fotoğrafına bakarken hep gözleri dolar ve onu özlemle anardı.
Çocukluğumdan beri kiloluydu Safure. Çok yürüyünce nefesi kesilir ve çok yavaş yürürdü. Ne zaman bir hikâye anlat desek, anlatacak bir şey bulurdu bize; şayet bulamazsa bir şeyler uydurur ve bir şekilde anlattığı tüm o eski hikâyelere bağlamayı başarırdı. Onun evinde bulunmayı severdim; keşfedilecek ve oynayacak çok fazla şey vardı. Oyuncaklarımızı sakladığı birkaç farklı yer vardı: Günlük oyuncaklar televizyon ünitesinin altına, eski oyuncaklar dikiş makinesinin çekmecesine, güzel ve özellikli oyuncaklar ise salonda duran vitrinde, porselen tabaklar ve sarı renkli bardakların arasında dururdu.
Görünce korkutan birkaç detaya da sahipti evi. Mutfak masasında, su dolu bir bardak içinde duran dişleri, salon koltuklarının üzerinde, hayalet bir evmiş gibi duran örtüleri vardı. Yaprak sarma ve tarhana çorbasını ise inanılmaz iyi yapardı. Şimdilik bu kadar bilgi yeterli.
Bu bahsettiğim atıştırmalıklar bazen sıcak Antep pidesinin arasına koyulmuş bir peynir olurdu, bazen yaprak sarma, bazen tarhana çorbası. Eminim daha çok seçenek vardı ama şimdi geriye dönüp baktığımda bu kadarını hatırlayabiliyorum. Sanırım benim için en özel olan yemekler bunlardı. En güzeli ise tarhana çorbasıydı. Acısı, ekşisi, baharatı ve içindeki kıymasıyla inanılmaz uyumlu ve inanılmaz lezzetli bir tarhana çorbasıydı bu. Bazen ekmeğimi içine atar, bazen kaşıklayarak yerdim ama her gördüğümde çok mutlu olurdum.
Yine bir bahar günü, hastalandığım için anneannemde kalmam gerekiyordu. Benimle ilgilenmeyi gerçekten sevdiğini düşünüyordum böyle zamanlarda. Sürekli sağlıklı şeyler yedirmeye çalışıyor, ateşimi kontrol ediyor, sırtıma terimi alsın diye bir şeyler sokuşturup duruyordu. Hastalığımın en güzel yanı, tabii ki tarhana çorbasıydı. Görüp görebileceğiniz en yaramaz ve hareketli çocuklardan biriydim. Anneannem mutfakta bana bir şeyler hazırlarken, o görmeden arkasından gidiyor, mutfakta çalışırken onu izliyor, işi bittiğinde hızlıca tekrar yatağıma dönüyor ve kendimce bir oyun oynuyordum. Eğer oyunumun sebep olacaklarını bilseydim, sadece yatardım ve hiç hareket etmezdim.
Anneannem çorba yapmaya gittiğini söyledi; bir yarım saate hazır olacaktı çorba. Anneannem mutfağa gittikten hemen sonra bir ninja gibi atladım koltuktan. Yerde sürünerek ve taklalar atarak ilerledim, anneannemin peşinden gittim ve onun beni göremeyeceği bir noktada ellerimi dürbün yapıp izlemeye başladım. Önce aşağıdaki dolaptan tarhanayı çıkardı. Büyük bir yemek kaşığını daldırıp aldığı tarhanayı tencerenin içerisine koydu, bir şişeden biraz yağ ekledi, bir diğer kutudan baharatlar serpiştirdi. Sonra mutfak masasında duran dişlerini sudan çıkardı ve ağzına taktı. İçinden dişler alınmış, hafif bulanık su dolu bardağı kaldırdı ve ben lavaboya dökecek sanırken, tarhana çorbasını hazırladığı tencerenin içerisine döktü.
Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Ne yapmam, nasıl davranmam gerektiğini bilmiyordum. Bir izleme görevinde duygularım karışmıştı işin içine. Hemen yerde sürünerek yatağıma döndüm. Acaba bir hata mı yapmıştı anneannem? Çok yaşlandığı için tencere ile lavaboyu mu karıştırmıştı? Yoksa bile isteye o suyu çorbaya mı karıştırmıştı? Neden yapsın ki böyle bir şeyi? Çok iğrenç diye düşünüyordum. O çok sevdiğim çorbayı yediğim her bir sefer aklıma geliyor ve her biri için tekrar tekrar midem bulanıyordu.
Anneannem içeri girdiğinde, mekândan ve zamandan kopmuş gibiydim. O tarhananın inanılmaz lezzetli kokusu beni tekrar şimdiki zamana getirmişti. Allah’ım, gerçekten çok iyi kokuyordu! Nasıl olabilirdi ki? İçerisine az önce diş suyu dökmüştü anneannem! Ben bunları düşünürken, anneannem üfleyerek soğuttuğu kaşığı uzatmıştı burnumun dibine. Başta içmek istemedim ama anneannemin ısrarı ve çorbanın dayanılmaz kokusuna karşı koyamadım. Önce bir kaşık, sonra ikincisi, sonra içerisine batırılmış bir ekmek parçası... Kaç kaşık ya da ekmek parçası yedim bilmiyorum ama çorba bittiğinde bir karar vermiştim:
Bu çorbanın lezzetinin sırrını gizli tutacaktım. Eğer söylersem, hiç kimse anlamayacak, anneanneme kızılacak ve bir daha onun yaptığı hiçbir yemek yenilmeyecekti. Ama bunlardan da önemlisi, bir daha tarhana çorbası içemeyecektim. Bunu göze alamazdım. Ve sustum.